Sertel çiftinin sesi yeniden duyuluyor

MÜJDE IŞIL / İSTANBUL – Sabiha ve Zekeriya Sertel, 20’nci yüzyılın başından itibaren çok satan birçok dergi ve gazete çıkardı. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali gibi pek çok yazar, onların gazete ve dergilerinde yazdı. 4 Kasım 1945’te Serteller’in yönetimindeki Tan gazetesi, komünist oldukları gerekçesiyle saldırıya uğradı. Bu olaydan sonra Serteller yurt dışına gitti; Türkiye’nin ilk profesyonel kadın gazetecisinin adı sanki tarih sayfalarından silindi. 62’nci Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Belgesel seçilen “Roman Gibi”, akrabalarının bile sonradan haberdar olduğu bu gazeteci çiftin öyküsünü anlatıyor. Belgeselin detaylarını yönetmen Tayfun Belet’ten dinledik.

– Sabiha ve Zekeriya Sertel’le yolunuz nasıl kesişti?

Belgesel yönetmeni Ertuğrul Karslıoğlu beni aradı. Sabiha Sertel’in “Roman Gibi” adlı otobiyografisinin İngilizceye çevrildiğini, Londra’daki yayınevinin, kitabın editörlerinden ve Sabiha Sertel’in yeğeni olan Nur Deriş’ten yedi dakikalık bir video istediğini anlattı. Nur Hanım’dan dinledikçe bu kadar güçlü bir hikâyeyi sadece yedi dakikalık bir filmle sınırlandırmak istemedim. Nur Hanım’a, Sabiha ve Zekeriya Sertel’in yaşamını anlatan uzun metraj belgesel yapmayı teklif ettim. Böylece üç buçuk yıl kadar önce yol arkadaşlığımız başladı.

– Araştırmalarınızda sizi en çok şaşırtan detaylar nelerdi?

Tüm hayatlarını demokrasi, düşünce özgürlüğü ve eşitlik uğruna adamış bu iki insanın, çok sevdikleri ülkelerinden uzakta, sürgünde hayatlarını kaybetmiş olmaları beni çok sarstı. Serteller fikirleri yüzünden hedef alınmış, dışlanmış, yok sayılmış insanlar. Ama aslında onlar bu ülkenin en erken modernleşme ve demokratikleşme çabalarının taşıyıcılarından. Bugün hâlâ tartıştığımız birçok konuyu onlar bundan neredeyse bir asır önce tartışmış, yazmış, bedelini ödemiş. Buna rağmen, isimlerinin toplumun belleğinden silinmiş olması bana büyük bir entelektüel yalnızlık hissi verdi. Çünkü aslında biz, onların susturulmasıyla birlikte kendi hafızamızın da bir kısmını kaybetmişiz. Bu film benim için o kaybı bir nebze olsun telafi etme, o sesi yeniden duyurma çabası hâline geldi.

– Tan gazetesi baskınının, 6-7 Eylül olaylarının ve Madımak Katliamı’nın da öncüsü olduğu söylenebilir mi?

Tan gazetesi baskını sadece bir gazete binasının yıkımı değildi; düşünce özgürlüğüne, basına ve farklı seslere yönelik sistematik bir saldırının başlangıcıydı. Bu olay, “öfkeli kalabalık” kavramını toplumun bilincine yerleştirdi. Tan baskını ile bir “formül” ortaya çıktı. Bu formül, farklı düşüneni, eleştireni, muhalif olanı hedef göstermek, ardından da kitleleri bu hedefe yönlendirmek üzerine kurulu. Yani toplumsal öfkenin, medya ve siyaset eliyle manipüle edilip “meşrulaştırılmış bir linç”e dönüştüğü ilk örneklerden biri. Bu model, sonraki yıllarda farklı biçimlerde tekrarlandı; 6-7 Eylül’de, Maraş’ta, Çorum’da, Madımak’ta…

– Sertel çiftinin yurt dışına çıktıktan sonraki dönemi belgeselde neden yok?

Nur Deriş ile o dönemi derinlemesine ele alan ikinci bir film yapmaya karar verdik. Çünkü sürgünde yaşadıkları, Türkiye’de yaşadıklarından hiç de hafif değil. Hatta belki daha ağır. Serteller, ömürlerinin geri kalanını Sovyetler Birliği’nde geçiriyorlar ama orada da büyük ideallerinin kırıldığı, başka hayal kırıklıklarıyla yüzleştikleri bir dönem başlıyor. Bu nedenle filmde sürgüne gidişlerini bir kapanış değil, yeni bir hikâyenin eşiği olarak bıraktım.

‘Mesele, gazeteciliğin vicdanını koruyabilmesi’

Günümüzde matbu gazete ve dergilerin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyal medyanın getirdiği hız, çoğu zaman derinliğin önüne geçiyor. Oysa gazete ve dergiler, bir düşünceyi olgunlaştıran, bağlam kazandıran, zamanın içinden süzülmüş bir hafıza sunuyordu. Şimdi o hafıza yavaş yavaş kayboluyor. Ben yine de bu dönüşüme tek boyutlu bakmıyorum. Belki de mesele, hangi aracın “doğru” olduğu değil; hangi mecrada olursa olsun, gazeteciliğin vicdanını, yani hakikati savunma iradesini koruyabilmekte.